Hava Durumu
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文

#Empati

Kapsül Haber Ajansı - Empati haberleri, son dakika gelişmeleri, detaylı bilgiler ve tüm gelişmeler, Empati haber sayfasında canlı gelişmelere ulaşabilirsiniz.

2025’in Sinsi Krizi: “Sessiz Çatlama” Haber

2025’in Sinsi Krizi: “Sessiz Çatlama”

Çalışanlar işlerini sürdürüyormuş gibi görünse de finansal baskılar, tükenmişlik ve duygusal yıpranma nedeniyle içten içe kırılmalar yaşıyor. Bu durum hem çalışanların ruh sağlığını hem de kurumların sürdürülebilirliğini tehdit ediyor. Sessiz Çatlamanın Sessiz Alarmı Son zamanlarda çalışanların iş yerinde yaşadıkları stres durumu çalışanların sağlık durumlarında ciddi sonuçlar doğurduğunu gösteriyor. Stres, endişe, öfke ve üzüntü, iş yerinde iyilik ve ruh sağlığının azalmasına yol açıyor; özellikle tükenmişlik sendromunu beraberinde getiriyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tükenmişliği, başarılı bir şekilde yönetilememiş kronik iş yeri stresinden kaynaklanan bir sendrom olarak yorumluyor. TalentLMS tarafından yakın bir zamanda 1.000 çalışanla gerçekleştirilen ankete göre, katılımcıların yarısından fazlası (%54), iş yaşamında sessiz çatlama deneyimi yaşadıklarını belirtiyor. Bu sonuç, sessiz çatlamanın artık yalnızca bireysel bir sorun olmadığını, iş dünyasında giderek yaygınlaşan ve dikkatle ele alınması gereken bir olgu haline geldiğini ortaya koyuyor. Araştırma, sessiz çatlamanın çoğunlukla finansal stres ve iş yerindeki duygusal tükenmişlikten kaynaklandığını ortaya koyuyor. Çalışanlar, maaşlarının yaşam standartlarını karşılamada yetersiz kaldığını ve iş yükünün sürekli arttığını hissediyor. İş değiştirmenin ve istifa etmenin mali durumunu düzeltmeyeceği bilinci de umutsuzluğu arttırıyor. Bu durum, hem çalışan sağlığı hem de iş yeri verimliliği için uyarıcı bir işaret olarak değerlendiriliyor. Sessiz çatlama çoğu zaman fark edilmesi güç bir durum olsa da etkileri oldukça derin hissedilen bir durum olarak göze çarpıyor. Çalışanlar, giderek artan yorgunluk ve motivasyon kaybıyla birlikte iş dışında da enerjilerinin tükendiğini hissediyor. Çalışanların günlük yaşamda basit aktiviteler yapması bile zorlayıcı hale gelirken aynı zamanda sürekli bir gerilim, endişe veya huzursuzluk duygusu taşımaya başladıkları görülüyor. Kısa vadede iş performansını hemen etkilemeyen sessiz çatlama, uzun vadede hem çalışanların ruhsal ve fiziksel sağlığını hem de iş yerindeki genel verimliliği ciddi şekilde tehdit eden görünmez bir kriz haline geliyor. Kendini belli etmeden ilerleyen bu süreç, fark edilip önlem alınmadığında iş yeri bağlılığı ve çalışan memnuniyetini olumsuz yönde etkiliyor. AVİTA Çalışan Destek Programı Klinik Psikolog Fahriye Nasırzade sessiz çatlamayla ilgili şu açıklamalarda bulundu; “Sessiz çatlama, yalnızca yorgunluk ya da stress durumuyla açıklanamaz. Bu, insanın anlamla olan bağının kopmasıdır. İşin, emeğin ve yaşamın anlamını yitirdiğimizde; üretkenlik, aidiyet, motivasyon gibi kelimeler birer maske haline gelir. Sessiz çatlama’yı modern çağın en tehlikeli psikolojik krizlerinden biri olarak görüyorum. Çünkü görünmez bir şekilde ilerler. Tabiri caizse kimse çığlık atmaz, kimse kapıyı çarpıp gitmez. Ama birey her gün biraz daha tükenir, biraz daha kendinden ve olaylardan uzaklaşır. Bu nedenle artık kurumların “sessiz istifa”dan ötesine bakması gerekiyor. Çalışanların yalnızca performansını değil, duygusal varlığını, finansal yükünü, psikolojik dayanıklılığını da anlaması gerekiyor. Çünkü iyilik hâli, sadece bireysel bir mesele değil; kurumun sürdürülebilirliğini belirleyen en güçlü yatırımdır. “Sessiz çatlama, sadece yorgunlukla açıklanabilecek bir durum değildir; bu, insanın anlam duygusunun sessizce sarsılmasıdır. Çalışan, görünürde işlevini sürdürürken iç dünyasında çatırdamaya başlar. Uzun süren stres, finansal baskılar ve duygusal yorgunluk birleştiğinde kişi artık sadece işini değil, kendini de taşımakta zorlanır. Bu dönemde kurumlar için en kritik farkındalık, çalışan performansını değil insanın ruhsal bütünlüğünü izlemektir. Çünkü sessiz çatlamalar fark edilmediğinde yalnızca birey değil, kurumun da sesi kısılır.” Yönetimsel Kopukluk Sessiz Çatlamayı Derinleştiriyor Çalışan deneyiminde yönetimin rolü oldukça kritik. Araştırmalar, yöneticilerin çalışanları destekleme becerisinin iş yeri mutluluğu ve verimliliği üzerinde doğrudan etkisi olduğunu ortaya koyuyor. TalentLMS araştırmasına göre genel olarak çalışanların %62’si yöneticilerinin endişelerini dinlediğini belirtirken, %20’si bu konuda olumsuz düşünüyor. Sessiz çatlama yaşayan çalışanlar arasında ise bu oran çok daha çarpıcı: %47’si yöneticilerinin kendilerini dinlemediğini ifade ediyor. Bu veriler etkisiz yönetim ile kalıcı mutsuzluk arasında net bir bağ olduğunu gösteriyor. İş dünyasında empati ve aktif dinleme yetenekleri, çalışanların motivasyonunu ve bağlılığını artırmak için her zamankinden daha önemli hale geliyor. Çalışan Destek Programı ve İş Yeri Kültürü Kurumlar, sessiz çatlamanın olumsuz etkilerini azaltmak için kapsamlı önlemler alıyor. İş yeri kültürünü güçlendirmek, eğitim, finansal ve psikolojik destek programları sunmak, esnek çalışma seçenekleri sağlamak ve düzenli geri bildirim mekanizmaları kurmak bu sürecin temel taşlarını oluşturuyor. Uzmanlar, bu uygulamaların çalışanların motivasyonunu artırarak iş yerinde sürdürülebilir bir mutluluk ve bağlılık sağladığını vurguluyor. Sessiz çatlama göz ardı edildiğinde hem çalışan hem de kurum için maliyetli bir kriz haline geliyor. Erken fark edilip önlem alındığında ise başarı ve verimlilik sürdürülebilir hale geliyor.

Melisa Sabancı Tapan, IMD’de Değer Odaklı Dönüşümün Yol Haritasını Paylaştı Haber

Melisa Sabancı Tapan, IMD’de Değer Odaklı Dönüşümün Yol Haritasını Paylaştı

Dünyanın önde gelen yönetim geliştirme kurumlarından IMD’nin düzenlediği “Family Philanthropy Webinar Series” (Aile Hayırseverliği Web Semineri Serisi) kapsamında, Sabancı Holding Yönetim Kurulu Üyesi ve Gate 27 Kurucusu Melisa Sabancı Tapan konuşmacı olarak yer aldı. Etkinlikte; aile şirketlerinin filantropi alanındaki rolü, değerlerin yeni nesiller tarafından nasıl yeniden tanımlandığı ve teknoloji ile kültürün toplumsal dönüşümdeki etkisi ele alındı. IMD Global Family Business Center Direktörü ve IMD Family Business & Entrepreneurship Profesörü Peter Vogel’in sorularını yanıtlayan Melisa Sabancı Tapan, ailelerin filantropi yaklaşımında yeni neslin belirleyici rolüne değinerek çağın dönüşen dinamiklerinde değerlerin güncellenmesinin önemini vurguladı. Empati, şeffaflık ve sorumluluk gibi evrensel değerlerin yalnızca korunması değil, yeni nesil tarafından yeniden anlamlandırılması gerektiğini ifade eden Tapan, “Bugünün dünyasında teknolojiden kültüre kadar her şey hızla değişiyor. Ancak değişmemesi gereken temel değerler var. Bizim görevimiz, bu değerlere çağdaş bir anlatı katmak ve toplumsal etkiyi büyütecek yeni yollar yaratmak. Bu dönüşümün merkezinde ise her koşulda insan kalabilme iradesini korumak yer alıyor” dedi. IMD Family Philanthropy Webinar, farklı ülkelerden aileler, akademisyenler ve filantropi liderlerinin katılımıyla gerçekleştirildi ve global ölçekte yeni nesil liderlik trendlerine ışık tuttu.

Psikolojik Dayanıklılık Engelleri Aşmayı Kolaylaştırıyor! Haber

Psikolojik Dayanıklılık Engelleri Aşmayı Kolaylaştırıyor!

Engellilik bireyin mizacına göre olumlu veya olumsuz etkiler gösterebiliyor Uzman Klinik Psikolog Emine Akın Aytop, engelliliğin doğuştan, kaza sonucu veya uzun süren bir hastalığa bağlı olarak organ bozukluğu ya da yokluğu nedeniyle bedensel, zihinsel, duygusal ve sosyal yeteneklerde çeşitli derecelerde kayıp olarak tanımlandığını ifade ederek, “Bazı bireyler engelli olarak doğarken, bazıları için engellilik yaşamın herhangi bir döneminde aniden ortaya çıkabilir veya zaman içinde yavaş yavaş gelişebilir. Bu iki durumun psikolojik etkileri farklılık gösterebilir. Bireyin mizacı, kişilik özellikleri ve sahip olduğu psikolojik, sosyal, çevresel ve finansal kaynaklar, özellikli bireylerin iyi oluşu üzerinde olumlu veya olumsuz etkiler gösterebilir.” dedi. Özellikli bireylerin psikolojik dayanıklılığı şartlara da bağlı Psikolojik dayanıklılık, bireyin stresli ve zorlayıcı yaşam deneyimleri karşısında uyum sağlayabilme, esneklik gösterebilme ve güçlenerek ilerleyebilme yeteneği olduğuna dikkat çeken Aytop, “Engellilik deneyimi psikolojik dayanıklılığı hem olumlu hem olumsuz yönde etkileyebilir. Engellilik deneyimi, bireyleri yaşamın zorluklarına karşı daha sabırlı, esnek, uyumlu ve anlayışlı olmaya teşvik edebilir. Bu süreç, problem çözme becerilerini geliştirmelerine ve mevcut şartları daha yaratıcı ve işlevsel kullanmayı öğrenmelerine katkı sağlayabilir. Öte yandan, eşlik eden ruhsal ve fiziksel rahatsızlıklar, engele bağlı gelişen fiziksel sınırlılıklar, toplumsal önyargılara ve etiketlemelere maruz kalmak, dışlanmak, sosyal izolasyon, çeşitli imkanlara erişilebilirlik sorunları (eğitim, sağlık, istihdam gibi), ekonomik zorluklar bireyin öz-şefkatini, öz-saygısını, öz-değerini, öz yeterliğini, öz- farkındalığını, kendisi ve çevresi üzerindeki kontrol hissini, umudunu, yaşam doyumunu, motivasyonunu, kişiler arası ilişkilerini olumsuz yönde etkileyerek özellikli bireylerin psikolojik dayanıklılığını zedeleyebilir.” diye konuştu. Özellikli bireylerin psikolojik dayanıklılığını artıran faktörler neler? Uzman Klinik Psikolog Emine Akın Aytop, özellikli bireylerin psikolojik dayanıklılığını artıran faktörlere işaret ederek, “Bireyin öz-şefkati, öz-saygısı, öz-değeri, öz-yeterliği, öz-farkındalığı, kendini kabulü, anlam ve amaç arayışı, erdemleri ve karakter güçleri ile etkili iletişim ve empati becerileri, dayanıklılığı güçlendiren önemli psikolojik kaynaklar arasında yer alıyor. Ayrıca aile içi sağlıklı iletişim, karşılıklı anlayış, adil görev dağılımı ve değişen koşullara uyum, bireyin kendini değerli hissetmesini ve zorluklarla başa çıkmasını destekliyor.” ifadesinde bulundu. Sosyal ve toplumsal desteklerin de kritik olduğunu belirten Aytop, “Sosyal çevreden algılanan destek, yalnızlık ve izolasyon hissini azaltarak kaygı ve depresyona karşı koruyucu rol oynuyor. Yapılandırılmış psikoterapi, bireylerin esneklik, farkındalık ve problem çözme becerilerini artırırken, erişilebilir fiziksel ortam, eğitim ve istihdam olanakları, zorbalık ve ayrımcılığın azaltılması; özellikli bireylerin hem günlük yaşamda hem de psikolojik olarak daha dayanıklı olmalarını sağlıyor.” şeklinde konuştu. Toplumdaki önyargılar özellikli bireyin kendini değerli hissetmesini zorlaştırıyor Uzman Klinik Psikolog Emine Akın Aytop, özellikli bireylerin psikolojik dayanıklılığını zayıflatan risklere de dikkat çekerek, “Engelin getirdiği zorunlu sınırlamalara ek olarak, toplumdaki önyargılar, etiketleyici tutumlar ve ayrımcılık bireyin kendini değerli hissetmesini zorlaştırıyor; eğitim, istihdam ve sosyal yaşamda yaşanan eşitsizlikler aidiyet duygusunu azaltıyor. Sürekli mücadele gerektiren mimari ve sistemsel engeller, kronik stres, tükenmişlik ve yorgunluğa yol açarken, aşırı korumacı veya baskıcı aile ve çevre tutumları bireyin bağımsızlık, özgüven ve kendini gerçekleştirme çabalarını engelleyebiliyor. Özellikle sonradan özellikli olan bireyler kayıp ve yas süreciyle karşı karşıya kalıyor, umutsuzluk ve belirsizlik düşünceleri psikolojik dayanıklılığı zayıflatıyor; tüm bunlar depresyon ve kaygı bozuklukları gibi ruhsal sorunların ortaya çıkmasını kolaylaştırabiliyor.” dedi. Hobilerle ilgilenmek ruhsal dengeyi ve içsel güveni artırıyor Özellikli bireylerin günlük yaşamda psikolojik dayanıklılıklarını artırmak için duygusal farkındalık geliştirmelerinin, zor duyguları tanıyıp kabul etmelerinin ve bunları yargısızca deneyimlemelerinin önemli olduğunu vurgulayan Uzman Klinik Psikolog Emine Akın Aytop, “Bireylerin güçlü yönlerine odaklanması, sanatsal ve sportif faaliyetler, problem çözme, teknoloji kullanımı gibi alanlarda kendini ifade etmesi özsaygı, öz-yeterlik ve motivasyonu artırıyor. Düzenli uyku, dengeli beslenme, fiziksel hareket ve planlı bir gün gibi günlük rutinler ile sosyal destek ağlarının güçlendirilmesi dayanıklılığı besliyor. Kendine zaman ayırmak, hobilerle ilgilenmek, öz-şefkat göstermek ve küçük, gerçekçi hedefler belirlemek ruhsal dengeyi ve içsel güveni artırıyor. Ayrıca rehabilitasyon programları, destek grupları ve gerektiğinde profesyonel psikolojik destek, bireyin kaynaklarını etkin şekilde kullanmasını, zorluklarla başa çıkmasını ve anlamlı, amaçlı bir yaşam sürmesini sağlıyor.” diye konuştu. Engellilere destekte toplumun rolü de büyük Özellikli bireylerin psikolojik dayanıklılığının yalnızca bireysel çabalarla sınırlı olmadığını, toplumun tutum, norm, değer ve fiziki yapılarıyla doğrudan ilişkili olduğunu ifade eden Aytop, “Toplumun özellikli bireyleri kabul eden, kapsayıcı ve çeşitliliği değerli gören bir atmosfer oluşturması, bireyin kendisini ait ve değerli hissetmesini sağlar. Fiziksel çevrede erişilebilirlik düzenlemeleri, eğitimde fırsat eşitliği ve kapsayıcı politikalar; bireyin bağımsızlık, özgüven ve sosyal aidiyet duygusunu güçlendirerek psikolojik dayanıklılığa katkı sunar. Ayrıca toplumun özellikli bireylere yönelik bilinçlenmesi ve farkındalık çalışmaları, yanlış inanç ve önyargıları azaltarak sosyal izolasyon ve psikolojik sıkıntı riskini düşürür.” şeklinde konuştu. Toplumun rolünün yalnızca farkındalıkla sınırlı kalmadığını; istihdam politikaları, sosyal destek sistemleri, gönüllü çalışmalar ve sosyal hizmet mekanizmaları da bireyin dayanıklılığını güçlendirdiğini ifade eden Aytop, “Özellikli bireylerin kamusal alanda görünür olması, karar alma süreçlerine dahil edilmesi ve haklarının uygulanabilir olması, kendilerini değerli ve güvende hissetmelerini sağlıyor. Sağlık hizmetlerine, rehabilitasyon ve psikolojik desteğe erişim imkânları ile sosyal güvenlik mekanizmaları; yaşam kalitesini artırarak, özellikli bireylerin hem zorluklarla başa çıkma kapasitesini hem de içsel güçlerini destekliyor.” ifadesinde bulundu. Yüksek psikolojik dayanıklılık sağlığı olumlu etkiliyor Uzman Klinik Psikolog Emine Akın Aytop, yüksek psikolojik dayanıklılığın özellikli bireylerin hem fiziksel hem de sosyal sağlığını olumlu etkidiğini belirterek, şöyle devam etti: “Dayanıklı bireyler stresle daha sağlıklı başa çıkar, duygularını düzenler, sorunlarla etkili şekilde yüzleşir ve gerektiğinde sosyal veya profesyonel destek alarak ruhsal yüklerini hafifletir; bu durum bağışıklık sistemi ve iyileşme süreçleri üzerinde koruyucu etki sağlar. Aynı zamanda dayanıklılık, bireyin kendi sağlığına yönelik sorumluluklarını yerine getirmesini kolaylaştırır; düzenli kontroller, tedaviye uyum, ilaç kullanımı ve sağlıklı yaşam alışkanlıkları daha kolay benimsenir. Sosyal yaşamda da dayanıklılık, güvenli ilişkiler kurma, iletişimde rahatlık ve sosyal etkinliklere katılımı artırır; yalnızlık ve izolasyonu azaltarak yaşam doyumunu yükseltir. Dayanıklı bireyler zorluklarla karşılaştığında pes etmek yerine çözüm yolları üretir, eğitim, iş ve topluluk faaliyetlerinde aktif rol alır, özgüven ve öz-yeterlik duyguları sayesinde toplumsal rollere daha cesurca katılır. Bu tutum, hem sosyal başarıyı hem de yaşamdan keyif alma ve üretken olma kapasitesini artırarak özellikli bireylerin genel yaşam kalitesini güçlendirir.” Aileler aşırı koruyucu olmaktan kaçınmalı Uzman Klinik Psikolog Emine Akın Aytop, özellikli bireylerin psikolojik dayanıklılığında ailelerin ve bakıcıların rolünün belirleyici olduğuna vurgu yaparak, “Bireyin engelliliğini kabul etmek, eleştirel değil destekleyici bir tutum sergilemek ve güçlü yönlerine odaklanmak, özsaygı, yeterlilik inancı ve kendine güveni artırıyor. Aşırı koruyucu tutumlardan kaçınmak, bireyin bağımsızlık kazanmasını ve problem çözme becerilerini geliştirmesini sağlarken, etkili iletişim de duyguların ifade edilmesini kolaylaştırıyor. Bireyin günlük yaşamda sorumluluk almasına izin vermek, kişisel bakım, ev işleri veya sosyal aktivitelerde katkıda bulunmasını desteklemek; kontrol duygusunu ve dayanıklılığı güçlendiriyor.” dedi. Ailelerin duygusal destek sağlamasının, empati kurmasının ve bireyin duygularını geçerli bulmasının psikolojik sağlamlık için kritik olduğunu belirten Aytop, “Özellikli bireylerin toplumsal hayata katılımını teşvik etmek, eğitim ve sağlık süreçlerine aktif katılımını desteklemek, başarılarını fark edip takdir etmek dayanıklılığı artırıyor. Ayrıca ailelerin ve bakım verenlerin kendi fiziksel ve ruhsal sağlıklarına özen göstermesi, sosyal ve profesyonel desteklerden faydalanmaları; özellikli bireye sağlıklı ve sürdürülebilir bir destek sunabilmelerini sağlıyor.” şeklinde sözlerini tamamladı.

Alzheimer Hastalarına Yaklaşımda Empati ve Sabır Önemli! Haber

Alzheimer Hastalarına Yaklaşımda Empati ve Sabır Önemli!

Prof. Dr. Tanrıdağ, “Eğer o eskilerden bugünmüş gibi söz ediyorsa onunla o konuşmanın içine girerek sürdürün. Konuştuğu konunun bütünlüğünü bozmayın. Zaman zaman espriler yapın.” dedi. NPİSTANBUL Hastanesi Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Oğuz Tanrıdağ, Alzheimer hastalığının sadece bilişsel işlevleri değil, aynı zamanda kişinin algılarını ve davranışlarını da derinden etkilediğini belirterek, hasta yakınları ve bakıcıları için önemli iletişim stratejileri paylaştı. Hastalığın çok yönlü etkileri Prof. Dr. Oğuz Tanrıdağ, Alzheimer hastalığının bellek, dikkat ve dil gibi işlevlerde bozulmaya yol açarken, kişinin kendisiyle ve çevresiyle ilgili algısını da değiştirdiğini vurguladı. Bu durumun, hastada davranış bozukluklarına zemin hazırladığını ifade eden Prof. Dr. Tanrıdağ, “Hasta yaşananları aklında tutamaz, kendisine söylenilenlere dikkat edemez ve derdini tam anlatamaz. Diğer yandan da sosyal norm ve kurallardan uzaklaşabilir ve kendi davranışlarını değerlendiremez ve denetleyemez. Çoğu zaman da onları normal kabul eder. Bu bakımlardan Alzheimer hastası yakınının ya da hasta bakıcısının hastalarıyla iletişim kurarken bilmesi gereken hususlar vardır.” dedi. Empati, sabır ve anlayış esas Prof. Dr. Tanrıdağ, hastalarla iletişimde temel alınması gereken ilkeleri şöyle sıralıyor: “Empati kurun. Her şeyden önce kendinize şu soruyu sormalısınız; ‘Eğer Alzheimer hastası o değil de ben olsaydım nasıl bir ilgi beklerdim? Sevgiyle, anlayışla ve sabırla mı karşılanmak isterdim yoksa ilgisizlik ve kabalık mı görmek isterdim?’. Sabırlı olun. Hastanız anlattıklarınız ya da ondan istedikleriniz konusunda kolaylıkla karmaşaya girebilir. Eğer bu tür bir sıkıntı hissediyorsanız isteklerinizi farklı yöntemlerle anlatmaya çalışmalısınız. Bunları yaparken asla fiziksel bir zorlama içine girmeyin. Bunu yaparken iyi niyetli olsanız bile onun tarafından kendisini zorlama olarak algılanabilir.” Tartışmayın! Hastalarla iletişimde anlayışlı olmak ve tartışmamak gerektiğini de dile getiren Prof. Dr. Tanrıdağ, şöyle devam etti: “Hastanız 1958 yılında olduğunu ya da sizin onun annesi olduğunu ileri sürebilir. Siz ona 2025 yılında olduğumuzu ve annesinin de uzun bir süre önce öldüğünü söylemeye kalktığınızda, o önce şaşıracak, ilerlemiş bir hasta değilse yanlış söylediğini anlayarak üzülecek ya da ilerlemiş bir hastaysa söylediklerinde ısrarcı olacak ve sizin neden ona böyle söylediğinizi anlamayarak belki de kızacaktır. Her iki durumda da hastayla iletişiminiz başarısız olacaktır. Alzheimer hastalığında kayıt zorluğu olduğundan siz ona doğruları söylemiş olsanız da o bunları aklında tutamayacaktır. Bu bakımdan hastanın yanlışlarının düzeltilmesinin ve bunlar üzerinden hastayla tartışmanın bir yararı yoktur. Hastanızla zaman ve mekan kavramlarını gündeme getirmeden rahatlıkla konuşmaya çalışın. Eğer o eskilerden bugünmüş gibi söz ediyorsa onunla o konuşmanın içine girerek sürdürün. Konuştuğu konunun bütünlüğünü bozmayın. Zaman zaman espriler yapın.” Yapılmaması gerekenler… Prof. Dr. Tanrıdağ, Alzheimer hastalarıyla iletişimde kaçınılması gereken bazı durumları da şöyle sıraladı: “Zorlamaktan kaçının. Hastanızı onun yapmaktan hoşlanmadığı şeyler konusunda zorlamayın. Çoğu hasta yakını bulmaca çözmenin yararlı olacağını düşünerek hastalarını saatler boyu bulmaca çözmeleri için zorlamaktadır. Bulmaca çözmenin ispatlanmış bir yararı ve mantıksal bir dayanağı yoktur. Bu bakımdan bu zamanın dışarıda ya da evin içinde müzik dinlemek ya da ilgi çekici şeyler seyretmek amacıyla geçirilmesi hasta için daha uyarıcı olacaktır. İlaçlarını kendileri almasın Hastanızın ilaçlarını kendi başına almasına izin vermeyin. Hafif-orta evrede bulunan çoğu hasta ilaçlarını düzenli alabileceği iddiasında bulunabilir. Hatta bu iddia bir kısmı için doğru da olabilir. Ancak genel bir prensip olarak unutkanlık ve dikkat azlığı yakınmaları olan hastaların kendi ilaçlarını kendilerinin alması sakıncalıdır. Bunun dışında bazı hastalar ilaçlarını aldıklarını söyleyerek onları halıların altına saklar ya da çöpe atarlar. Huzurevinden söz etmeyin Hastalarınızın yanında huzurevi ihtimalinden söz etmeyin. Alzheimer hastalığı sırasında yaşanan kayıplar hastaları önceden olduğundan daha fazla duygusal ve alıngan yapar. Bu nedenle onların geleceğiyle ilgili tahminleri ve bir seçenek olarak huzurevi ihtimalini onların yanında dile getirmeyin. Bu sözleri duyan hastalardan en azından bir bölümü sizin onların ölümünü istediğinizi ya da kendilerinden kurtulma planları yaptığınızı sanabilir.”

Öğretmen-Öğrenci İlişkisi Güvene Dayalı Olmalı! Haber

Öğretmen-Öğrenci İlişkisi Güvene Dayalı Olmalı!

Her öğrencinin ihtiyaçlarının farklı olduğuna dikkat çeken Çocuk ve Ergen Psikiyatri Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Melek Gözde Luş, “Becerileri ve zorlandıkları alanlar, psikolojik dayanıklılıkları değişiklik gösterir. Öğretmenlerin bunlara dikkat etmemesi ve iletişime özen göstermemesi; sadece sınıf düzeyinde değil, öğrencilerin bireysel olarak da duygusal, fiziksel ve sosyal gelişimlerinde aksamalar olacağı anlamına gelir.” dedi. Olumlu bir ilişkinin, öğrencilerin sorumluluk duygusunu geliştirdiğini, problem çözme becerilerini artırdığını ve akademik başarılarını desteklediğini vurgulayan Dr. Öğr. Üyesi Melek Gözde Luş, sınırların, öğrencilerin yaşına ve gelişim düzeyine uygun olarak belirlenmesi ve açık şekilde ifade edilmesi gerektiğini aktardı. Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Melek Gözde Luş, sağlıklı bir öğretmen-öğrenci ilişkisi kurmanın önemi, sınırların belirlenmesi ve bireysel ihtiyaçlara dikkat edilmesinin öğrencilerin gelişimi üzerindeki etkileri hakkında bilgi verdi. Öğretmen-öğrenci ilişkisi, güven, saygı, empati ve açık iletişime dayalı olmalı! Öğretmen-öğrenci ilişkisinin, öğretmenler ile öğrencileri arasında onları motive eden, kişisel olarak büyümelerine yardımcı olan, öğretmenlerin neredeyse bir rol model olarak kabul edildiği karşılıklı anlayış ve güvene dayalı bir iletişimi ifade ettiğini aktaran Dr. Öğr. Üyesi Melek Gözde Luş, “Bu ilişki hem öğrenme ortamını olumlu etkilemeli, hem de öğrencilere güvenlik duygusu vermeli. Güven, saygı, empati ve açık iletişim bu ilişkinin en önemli özellikleridir.” dedi. Öğretmenlerin, öğrenciler ahlaki, etik ve hatta sosyal açıdan gelişmeleri için motive ettiklerini dile getiren Dr. Öğr. Üyesi Luş, “Bu gelişim, öğrencilerde sorumluluk duygusunu besleyerek akademik açıdan daha pozitif bir gelişim göstermelerini sağlar. Olumlu sınıf ortamı oluşturarak akademik açıdan zorlanan öğrencilerin bu zorluklarını ifade etmeleri için olumlu koşullar yaratır, sınıf içinde daha aktif ve katılımcı olmalarına yardımcı olur. Hem de bu öğrencilere yardımcı olarak bireyin başarılı olma duygusunu hissetmesini sağlar. Doğal olarak öğrencilerin akademik başarıları da olumlu yönde artar.” şeklinde konuştu. Öğretmenlerin bireysel ihtiyaçlara dikkat etmemesi, öğrencilerin gelişimini olumsuz etkiler! Her öğrencinin ihtiyaçlarının farklı olduğunu hatırlatan Dr. Öğr. Üyesi Melek Gözde Luş, “Becerileri ve zorlandıkları alanlar, psikolojik dayanıklılıkları değişiklik gösterir. Öğretmenlerin bunlara dikkat etmemesi ve iletişime özen göstermemesi; sadece sınıf düzeyinde değil, öğrencilerin bireysel olarak da duygusal, fiziksel ve sosyal gelişimlerinde aksamalar olacağı anlamına gelir.” dedi. Öğretmen-öğrenci ilişkisinin olumsuz olması durumunda, öğrencilerin tavırlarını ve performanslarını düzeltmek için zamanında ve yapıcı geri bildirimlerden de mahrum kalacağına vurgu yapan Dr. Öğr. Üyesi Luş, şöyle devam etti: “Çocuğun davranışını anlamadan, sabırsızca hareket eden bir öğretmen çocukta kaygı problemleri oluşmasına neden olabilir; ya da öğrencinin hangi alanlarda yeteneği olduğunu keşfedemeyebilir. Kendilerine güvenli birer yetişkin olmaları zorlaşabilir. Daha iyi davranışlar için onları etkili bir şekilde yönlendiremeyen öğretmen, disiplin konusunda da başarı sağlayamayabilir. Bu da özellikle davranış problemleri olan çocukların bu sorunu devam ettirmelerine neden olabilir.” Öğretmen ve öğrenci arasındaki sınır, öğrencilerin yaşına ve gelişim düzeyine göre belirlemeli! Sağlıklı bir ilişki için öğretmen ve öğrenci arasındaki sınırların nasıl belirlenmesi gerektiğine değinen Dr. Öğr. Üyesi Melek Gözde Luş, “Sınırları öğrencilerin yaşına ve gelişim düzeyine göre, onunla konuşarak, duygu ve düşüncelerini ifade etmesine izin vererek belirlemek gerekir.” dedi. Yargılama ve önyargı olmaksızın düzenli ve açık bir iletişim sürdürmek gerektiğinin altını çizen Dr. Öğr. Üyesi Luş, sözlerini şöyle tamamladı: “Öğrencilerin fikir ve endişelerini paylaşabilecekleri etkileşimli etkinlikler, tartışmalar düzenlemek bunun için iyi bir örnek olabilir. Öğrencilere sorumluluk duygusu ve ekip çalışmasını öğreten işbirlikçi yaklaşım da oldukça faydalıdır. Bu şekilde öğrenciler eylemlerinin ve öğrenmelerinin sorumluluğunu üstlenirler; bu da problem çözme becerilerini geliştirir. Sınır, bunlara dikkat ederek açık bir şekilde öğrenciye ifade edilebilir. Sonrasında, ceza olmayan, yeni bir davranış önererek seçenek sunulabilir. İstenilen davranışı uygulayabilmesi için uygun ortamlar oluşturarak fırsat verilebilir. Öğrenci çabası için takdir edilebilir. Buna rağmen öğrenci olumsuz davranışını sürdürmeye devam ediyorsa yaptığı davranışın sorumluluğunu üstlenmesi sağlanabilir.”

TEGV Nirun Şahingiray Uluslararası Eğitim Forumu’nun 6’ncısı Düzenlendi Haber

TEGV Nirun Şahingiray Uluslararası Eğitim Forumu’nun 6’ncısı Düzenlendi

“Bir Çocuk Değişir, Türkiye Gelişir” vizyonuyla 30 yıldır çocuklara nitelikli eğitim desteği sunan Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV), 8 Kasım’da İstanbul Arter’de Nirun Şahingiray 6. Uluslararası Eğitim Forumunu gerçekleştirdi. 2008 yılında vefat eden ve mirasını TEGV’e bağışlayan Nirun Şahingiray’ın anısını yaşatmak amacıyla düzenlenen forum, bu yıl “Aydınlık Geleceğin Parçasıyız!” sloganı ve “Toplumsal Sorunların Çözümünde Eğitim: Empati ve Sosyal Sorumluluk” temasıyla yapıldı. Forumda, nitelikli eğitimin, empati ve hoşgörünün ile sosyal sorumluluk bilincinin toplumsal sorunların çözümündeki önemi ve geleceği aydınlatmadaki rolü ele alındı. Foruma TEGV Yönetim Kurulu Başkanı M. Özalp Birol, TEGV Genel Müdürü Sait Tosyalı, Arter Kurucu Direktörü ve TEGV Mütevelliler Kurulu Üyesi Melih Fereli,TEGV Mütevellisi Prof Dr. Sami Gülgöz, Prof. Dr. Betül Çotuksöken, Ebru Nihan Celkan, Başak Doğan, Doç. Dr. Sezai Ozan Zeybek, Prof. Dr. Kenan Çayır, Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci, Doç. Dr. Çetin Çelik, basın mensupları, eğitimciler ve gönüllüler katıldı. Nirun Şahingiray’ın mirasıyla 2013 yılından bu yana düzenlenen forum, eğitim alanındaki yenilik ve gelişmeleri tartışmak üzere sivil toplum temsilcilerini, eğitim profesyonellerini ve akademisyenleri bir araya getiriyor. Katılımcılara farklı bakış açıları sunarak güncel eğitim konularını derinlemesine incelemeyi ve eğitimin geleceğine dair fikir alışverişi yapmayı amaçlayan bu prestijli platform, TEGV’in eğitimde dönüşüm vizyonunun önemli bir parçası olarak öne çıkıyor. TEGV Yönetim Kurulu Başkanı M. Özalp Birol, forumun açılış konuşmasında, Şahingiray’ın mirasının binlerce çocuğun geleceğine ışık tuttuğunu vurgulayarak şunları söyledi: “Şahingiray’ın yüce gönüllülüğü ve çocuk sevgisi sayesinde her yıl on binlerce çocuk nitelikli eğitimle buluşuyor ve bu destekle ‘Nirun Abi’nin çocukları, ona ve özlediği Türkiye’ye layık bireyler olarak yetişiyor. Nirun Şahingiray’ın mirası, nitelikli eğitimle buluşan binlerce çocuğun geleceğine ışık oluyor. Aydınlık Geleceğin Parçasıyız başlıklı bu forumda, değerli konuşmacılarımızla ve siz değerli katılımcılarımızla birlikte, nitelikli eğitim, empati, hoşgörü ve sosyal sorumluluk bilincinin; toplumsal sorunların çözümünde oynadığı rolü ve geleceği aydınlatma gücünü ele alacağız.” Uzmanlar toplumsal sorunları gidermede eğitimin rolünü tartıştı Forumun “Toplumsal Sorunların Çözümünde Felsefe ve Değerler Bakışı” başlıklı birinci oturumunda, Prof. Dr. Sami Gülgöz ve Prof. Dr. Betül Çotuksöken toplumsal sorunlara felsefi ve etik bir perspektiften yaklaşmanın önemini tartıştılar. Oturumda, insanın toplumsal, tarihsel ve kültürel bir varlık olarak sürekli ilişki ve etkileşim ağları içinde bulunduğu, bu “arada olma” hâlinin hem sorunları fark etmede hem de çözüm üretmede belirleyici olduğu vurgulandı. Katılımcılar, bilgi çeşitliliğinin toplumsal sorunların çözümünde temel bir gereklilik olduğunu, ancak çözümün felsefi düşünce ve özellikle etik değerlere dayalı bir duruşla mümkün olabileceğini ifade ettiler. Forumun “Toplumsal Sorunların Çözümünde Sanat Bakışı” başlıklı oturumunda M. Özalp Birol, Ebru Nihan Celkan ve Başak Doğan, sanatın bireysel ve toplumsal dönüşümdeki rolünü ele aldılar. Oturumda, sanatın bir terapi aracı olmaktan ziyade bir yüzleşme ve ifade alanı sunduğu, bastırılmış hikâyeleri, sessizlikleri ve travmaları görünür kılabildiği vurgulandı. Katılımcılar, sanatın empatiyi güçlendiren yönünü, sanatçının ve sanat eğitimcisinin etik sorumluluklarını ve sanatın değişim yaratmadaki gücünü tartıştılar. Ayrıca, sanatın özellikle sesi duyulmayan topluluklara alan açma, iyileştirme ve birleştirme potansiyeline dikkat çekilerek, dinleyiciler bu bağlamda duygusal ve düşünsel bir yolculuğa davet edildi. Eğitim, geleceği dönüştürme potansiyeline sahip proaktif bir süreç Forumun “Eğitimde Umut İlkesini Savunmak” başlıklı üçüncü oturumunda Doç. Dr. Sezai Ozan Zeybek ve Prof. Dr. Kenan Çayır, eğitimin felsefi temellerini Ernst Bloch’un Umut İlkesi ışığında yeniden değerlendirdiler. Konuşmada, eğitimin yalnızca mevcut sorunlara tepki veren bir alan değil, geleceği dönüştürme potansiyeline sahip proaktif bir süreç olarak ele alınması gerektiği vurgulandı. Katılımcılar, küresel ölçekte yaşanan çevresel krizler, toplumsal eşitsizlikler ve yükselen aşırı sağ siyaset gibi olumsuzluklarla; teknolojik ilerlemeler ve sosyal adalet hareketleri gibi umut verici gelişmeler arasındaki çelişkili dinamiklerin eğitim ortamında kritik bir rol oynadığını belirttiler. Bloch’un düşüncesinden hareketle, eğitimde eleştirel düşünme, sorgulama ve yaratıcı potansiyeli beslemenin önemine dikkat çeken konuşmacılar, umut ilkesinin eğitimin merkezine yerleştirilmesinin yalnızca akademik değil, aynı zamanda toplumsal dönüşüm açısından da etik bir zorunluluk olduğunu ifade ettiler. Forumun son oturumunda Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci ve Doç. Dr. Çetin Çelik, “Eğitim Eşitsizliklere Çare mi?” başlığı altında eğitim sisteminin eşitlik, adalet ve hakkaniyet üretme kapasitesini tartıştılar. Oturumda, eğitimin toplumsal hareketliliğin temel aracı olarak görülmesine karşın, sosyo-ekonomik koşullar ve kesişimsel farklılıkların bu etkiyi sınırlandırabildiği vurgulandı. Katılımcılar, eğitimin fırsat eşitliğini güçlendirdiği alanların yanı sıra, eşitsizlikleri yeniden üreten yapısal mekanizmaları da ele aldılar. Ayrıca kırılgan grupların desteklenmesinde sosyal politikaların, gönüllülük çalışmalarının ve topluluk temelli girişimlerin önemine dikkat çekilerek, eğitimin dönüştürücü gücünün ancak kapsayıcı politikalarla sürdürülebileceği ifade edildi. Eğitime adanmış bir hayat: Nirun Şahingiray 1928 yılında İzmir’de, Kırım Hanlarının soyundan gelen bir ailede doğan ve 2008 yılında İstanbul’da vefat eden Nirun Şahingiray, seksen yıllık ömrü süresince birçok başarıya imza atmış önemli bir iş insanıdır. Bu başarılı iş insanı birikimini, Türkiye’nin dört bir yanındaki çocukların geleceklerine umut olan Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’na bağışladı. TEGV olarak biz de bu başarılı iş insanının birikimini çocuklarımıza çağdaş bir yaklaşımla, çok yönlü bir eğitim desteği sağlamak için değerlendiriyoruz. Nirun Şahingiray’ın adını ve anısını yaşatan etkinlik noktalarımızın ilki olan Nirun Şahingiray Öğrenim birimimiz 2012 yılının mayıs ayında Sakarya’da kapılarını çocuklara açtı. Yine 2012 senesinde, Türkiye’yi köşe bucak dolaşarak çocuklara ışık olan 2 Nirun Şahingiray Ateşböceği faaliyete başladı. 2022 yılında Cumhuriyet Bayramımızın hemen öncesinde Vanlı çocuklarımızla buluşturduğumuz ve her yıl 5 binden fazla çocuğa nitelikli eğitim desteği sunan Van Nirun Şahingiray Eğitim Parkımız ise açıldığı günden bu yana Nirun Şahingiray’ın adına yakışır şekilde göz kamaştırmaya devam ediyor. Şahingiray’ın ileri görüşlülüğü, yüce gönüllülüğü, çocuk sevgisi ve memleket aşkı sayesinde bugüne kadar 250 bini aşkın çocuk TEGV’de nitelikli eğitim desteğiyle buluştu. Çocuk Perküsyon Grubu’nun dinletisinin ardından forum sona erdi.

PCX’in Müşteri Hizmetleri Stratejisi Çalışan Deneyimi Yaklaşımla Şekilleniyor Haber

PCX’in Müşteri Hizmetleri Stratejisi Çalışan Deneyimi Yaklaşımla Şekilleniyor

Yapay zekâ, otomasyon ve veri analitiği teknolojilerini insan odaklı yaklaşımlarla birleştiren şirket, iş ortaklarına hem verimlilik hem de müşteri memnuniyeti açısından sürdürülebilir avantajlar sunuyor. Bugünün rekabet ortamında teknolojinin tek başına yeterli bir güç olmadığına vurgu yapan PCX CEO'su Mustafa Murat Gül, "Gerçek farkı yaratan unsur, insanın gücünü merkeze alan bir müşteri deneyimi yaklaşımıdır" diyor. Dijitalleşme ile birlikte çağrı merkezi ve müşteri deneyimi sektörü büyük bir dönüşümden geçiyor. Başarı, artık veriye dayalı karar alma, empati kurabilme, çok kanallı iletişim ve hızlı problem çözme gibi yetkinliklerin bir arada kullanılmasıyla mümkün hale geliyor. Çağrı merkezi ve müşteri deneyimi yönetimi alanında dünya s tandartlarının üzerinde çözümler sunan Procat Customer Experiences (PCX), geliştirdiği akıllı otomasyon çözümleri ve yenilikçi eğitim programları sayesinde iş ortaklarının operasyonlarını uçtan uca dijitalleştirirken, aynı zamanda çalışanların dijital dünyaya entegrasyonunu da hızlandırıyor. Bu sayede kurumlar hem maliyet avantajı elde ediyor hem de müşteri memnuniyet skorlarında önemli bir yükseliş sağlıyor. "Verimlilik kadar insana yatırım da önceliğimiz" Teknolojiyle insan odaklı yaklaşımın birlikte ilerlemesi gerektiğini vurgulayan PCX CEO'su Mustafa Murat Gül, "Yapay zekâ ve otomasyon çözümlerimiz sayesinde iş ortaklarımızın operasyonel maliyetlerini düşürürken, veri analitiğiyle de stratejik karar alma süreçlerini güçlendiriyoruz. Bu süreçte, dijitalleşmenin çalışanların yaratıcılığını, içgörüsünü ve üretkenliğini artıran bir dönüş m olduğuna inanıyoruz. Ancak biliyoruz ki dijital dönüşüm, yalnızca teknoloji yatırımıyla değil, insan kaynağına yapılan yatırımla sürdürülebilir hale geliyor. Bu nedenle çağrı merkezi çalışanlarımızı geleceğin müşteri deneyimi liderleri olarak yetiştiriyor, empati, iletişim ve analitik düşünme gibi yetkinliklerle donatıyoruz. Çünkü teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, insan dokunuşu ve duygusal zekâ, müşteriye değer sunmanın en temel unsurları olmaya devam ediyor. Bu anlayışla, eğitim ve gelişim programlarımızı sürekli güncelliyor, çalışanlarımızı yeni nesil iş dünyasının gerektirdiği dijital becerilerle donatıyoruz" diye konuştu. Müşteri memnuniyetinde sürdürülebilir başarı hedefi PCX, müşteri deneyimini uçtan uca iyileştiren yaklaşımıyla şirketlerin gelecekteki ihtiyaçlarını da öngörüyor. Gerçek zamanlı veri analitiğiyle müşteri davranışlarını derinlemesine analiz ettiklerini ifade eden Gül; "İş ortaklarımıza 'yarının ihtiyaçlarını bugünden görme' vizyonu sunuyoruz. Hedefimiz teknolojiyi dönüştürürken, sektördeki insan potansiyelini de yeniden tanımlamak. Çünkü müşteri memnuniyetinin temelinde insan faktörü var. Biz PCX olarak teknolojiyi insanla birleştiriyor, müşterilerimize olduğu kadar çalışanlarımıza da değer katıyoruz. Bu yaklaşım, yalnızca kısa vadeli sonuçlara değil, uzun vadede güvene ve sadakate dayalı ilişkiler kurmamıza da olanak tanıyor. Müşterilerimizin her temas noktasında tutarlı, kişiselleştirilmiş ve anlamlı bir deneyim yaşamalarını sağlamak için sürekli yenilik yapıyor, teknolojik yatırımlarımızı bu hedef doğrultusunda şekillendiriyoruz" şeklinde konuştu.

Okullarda Akran Zorbalığı Alarmı Haber

Okullarda Akran Zorbalığı Alarmı

Nev Sağlık Grubu Klinik Psikoloji Bölümü’nden Psk. Helin Ezgi Deniz, akran zorbalığının yalnızca çocuklar arasındaki bir çatışma değil, yetişkinlerin tutumuyla şekillenen bir iklim sorunu olduğunu vurguladı. Deniz, “Yetişkinler aynı dili konuştuğunda çocuklar çok hızlı iyileşir” dedi. “Akran zorbalığının üç ayağı var” Akran zorbalığını, “Aynı yaş grubundaki çocuk ya da ergenler arasında okulda, sokakta, kursta ya da çevrim içi ortamlarda bilerek ve isteyerek yapılan, tekrar eden ve güç dengesizliği içeren davranışlar” olarak tanımlayan Deniz, “Burada niyet, süreklilik ve güç farkı önemlidir. Bu yüzden iki arkadaşın tartışması ya da tek seferlik sert söz akran zorbalığı değildir” dedi. Deniz, akran zorbalığının alay edilme, dışlanma, tehdit, eşya gaspı ya da çevrim içi itibarın zedelenmesi gibi ısrarlı örüntülerle seyrettiğini ekledi. “Zorbalık fizikselden dijitale taştı” Günümüzde zorbalığın birden fazla yüzle karşımıza çıktığını söyleyen Deniz, “Fiziksel zorbalık en görünür olanıdır; itme, tekmeleme, çelme takma, zorla eşya alma gibi. Sözel olanı daha sinsi ilerler; lakap takma, küçük düşürme, küfür gibi” dedi. Deniz, sosyal/ilişkisel zorbalığın ise çocuğun sistemli biçimde dışlanması üzerine kurulduğunu ifade ederek, “Bir de cinsiyetçilik, görünüş, etnik köken, engellilik gibi özelliklere yönelen önyargı temelli zorbalık vardır ki, bu hem bireye hem gruba saldırıdır” diye konuştu. Siber zorbalığın ayrı bir başlık olduğunun altını çizen Deniz, “WhatsApp gruplarında taşlama, TikTok’ta montaj videolar, story üzerinden ima, izinsiz fotoğraf paylaşımı… Dijital zorbalığın en tehlikeli yanı 7/24 sürmesi ve izinin kalıcı olmasıdır” dedi. “Belirtileri tek tek değil, birlikte okuyun” Ailelere seslenen Deniz, “Çocuğun ritmindeki ani kırılmalara bakın” diyerek şu örnekleri paylaştı: “Okula gitmek istememe, sabah mide ya da baş ağrısıyla uyanma, notlarda düşüş, eşyaların sık kaybolması, arkadaş çevresinin hızla değişmesi, uykunun bozulması ve sinirlilik… Bunlar alarm olabilir. Siber zorbalıkta telefon çalınca tedirgin olma, sosyal medya hesaplarını silip yeniden açma da sık görülür.” Bazı çocukların yaşadıklarını sakladığını belirten Deniz, “O yüzden sinyalleri tek tek değil, tablo halinde görmek gerekir.” “Bu bir kötü çocuk meselesi değil, iklim meselesidir” Zorbalığın nedenlerine değinen Deniz, “Sadece ‘kötü niyetli bir çocuk’ anlatısına sıkışmak yanıltır. Zorbalık bir kişi değil, bir iklim meselesidir” dedi. Psk. Helin Ezgi Deniz, denetimin düşük olduğu alanlar, yetişkin tutarsızlığı, ‘gülüp geçme’ kültürü ve popülerlik dinamiklerinin zorbalığı beslediğini belirterek, “Zorbalığı yapan çocuk her zaman özgüvensiz değildir; bazen sosyal açıdan etkili ama empati penceresi dar gençlerdir” diye ekledi. Hedef alınan çocukların zayıf oldukları için değil, çoğu zaman “farklı, yeni, içe dönük veya yalnız oldukları için seçildiğini” söyleyen Deniz, “Sınıfın yüzde 70–80’i tanıktır ama çoğu susar. Tanıklar ses verdiğinde zorbalık hızla irtifa kaybeder” dedi. “Önlemede anahtar: okul, aile ve çocuk aynı yönde olmalı” Engelleme yöntemlerinde tek bir sihirli formül olmadığını vurgulayan Psk. Helin Ezgi Deniz, “Ama iyi sonuç veren çerçeve bellidir: Okul, aile ve çocuk aynı yöne bakar” dedi. Deniz, “Zorbalığa sıfır tolerans politikası, şeffaf süreçler, sıcak noktalarda yetişkin görünürlüğü, öğretmenlerin zorbalık ayrımını yapabilmesi için düzenli eğitim, empatiyi büyüten sınıf etkinlikleri ve sosyal-duygusal beceri programları olmazsa olmazdır” ifadelerini kullandı. Deniz, siber zorbalık için ise “Gizlilik ayarlarını bilmek, ekran süresinin uykuya saygılı olması ve okulun net bir siber zorbalık protokolüne sahip olması şarttır” dedi. “Müdahalede ilk ilke güvenliktir” Deniz, bir zorbalık durumunda ilk yapılması gerekenin güvenliği sağlamak olduğunu belirterek, “Olayı durdurun, tarafları ayırın ve ‘burada kimsenin incinmesine izin vermeyiz’ mesajını verin” dedi. Çocuğun duygusunu anlatması için alan açılması gerektiğini vurgulayan Deniz, “Duygusunu isimlendirebilen çocuk davranışını değiştirmeye başlar” dedi. Zorbalık yapan çocuklara yaklaşımda “utandırma değil, sorumluluk aldırma” gerektiğini belirten Deniz, “Yaptırım korkutmak için değil dönüştürmek içindir” dedi. “Ebeveynlere iki ayrı yol haritası” Psk. Helin Ezgi Deniz, aileler için iki senaryo olduğunu belirterek şunları söyledi: Çocuk hedef olduğunda, “Dinleyin, suçlamayın, ‘abartıyorsun’ demeyin, kanıtları saklayın, plan yapın ve okul ile iş birliği kurun. Çocuğa kısa ve uygulanabilir hazır cümleler öğretin. Siber zorbalıkta telefonu tamamen elinden almak yalnızlaştırır; bunun yerine kısıtlama ve raporlama yollarını öğretin. Çocuk zorbalık yaptığında, “Önce bilgi toplayın, davranışı net isimlendirin, sınır koyun. Davranışın kökenine bakın; güç arayışı mı, aidiyet mi, öfke mi? Utandırmak değil, onarım ve sorumluluk hedeflenmelidir.” “Tanıklar sessiz kalmasın” Deniz, tanıklığın önemine vurgu yaparak, “Güvenli üç müdahale vardır: Hedefteki kişiyi yalnız bırakmamak, bir yetişkinden yardım istemek ve olayı güvenli şekilde raporlamak” dedi. Deniz, siber zorbalık için ise şu formülü paylaştı: “Kayıt al, erişimi kısıtla, bildir ve güvende kal.” “Etkileri kalıcı olabilir ama bu kader değil” Akran zorbalığının etkilerinin yıllar sürebileceğini belirten Deniz, “Ama bu kader değildir. Bir çocuğun hayatında tek bir güvenilir yetişkinin varlığı bile koruyucudur. Okul–aile iş birliği, net kurallar, güvenli bildirim yolları ve gerektiğinde psikoterapi desteği iyileşmeyi mümkün kılar” ifadelerini kullandı.

Çocuklar İçin Akdeniz Programı Yeni Döneme Başladı Haber

Çocuklar İçin Akdeniz Programı Yeni Döneme Başladı

İzmir Akdeniz Akademisi tarafından 2019’dan bu yana sürdürülen “Çocuklar İçin Akdeniz Programı”, Akdeniz’in kültürel mirasını çocuklara yaratıcı ve katılımcı yöntemlerle tanıtmayı amaçlıyor. Bu kapsamda 9-10 yaş grubu çocuklarla yapılan ilk derste, “Akdeniz: İlk Zamanlar Ülkesi” başlıklı görsel öyküleme etkinliği uygulandı. Ardından, Kültürel Miras Programı’na uyarlanmış Yaratıcı Drama Atölyesi ile çocukların ifade becerilerini, hayal gücünü, sosyal iletişim ve empati yetilerini geliştirmeye yönelik çalışmalar gerçekleştirildi. Atölye çalışmalarının son aşamasında düzenlenen Doğa ve Kültür Söyleşisi’nin ardından, “Akdeniz: İlk Zamanlar Ülkesi” kitabı ile beş farklı masa başı etkinliğinden oluşan eğitim seti çocuklara ücretsiz olarak dağıtıldı. Çocuklar eğlenerek öğreniyor İzmir Akdeniz Akademisi tarafından geliştirilen bu yöntem, çocukların, yaşadıkları coğrafyayı ve Akdeniz kültürünü eğlenceli ve katılımcı biçimlerde öğrenmelerine katkıda bulunuyor. Yanı sıra yarının büyüklerinde ekoloji farkındalığı yaratılıyor, doğa kültürü ve çevre bilinci de geliştiriliyor. Yaratıcı Drama Atölyesi ise programın tamamlayıcı unsuru olarak; çocukların yaratıcılığını, eleştirel düşünme becerilerini, özgüvenlerini ve duygusal farkındalıklarını güçlendirmeyi amaçlıyor. Süreç, empati kurma, problem çözme ve akademik başarıya katkı sunan etkinliklerle destekleniyor. Geçmiş yıllarda ilk ve ortaöğretim kurumlarında uygulanan “Çocuklar İçin Akdeniz Programı”, bu yıl çeşitli sivil toplum kuruluşlarının iş birliğiyle STK merkezlerinde devam edecek. Program, 2025 eğitim-öğretim dönemi boyunca farklı merkezlerde sürdürülecek. Çocukların, yaşadıkları kenti kültürel değerleriyle birlikte tanımalarına olanak tanıyan bu programla İzmir’in Akdeniz kimliğini yeni kuşaklara aktarmak ve kültürel miras bilincinin güçlendirilmesi hedefleniyor. Kaynak: (KAHA) Kapsül Haber Ajansı

logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.